Öykü


Fehlerhaft - Abbas Köksal

Es ist jener  Tag meines Lebens, wo das Wohl fehlte.
So stieg die Einsamkeit in mir immer
 mehr und mehr. So sei die Seele reiner, leichter 
und unantastbar, nicht erreichbar. Ein Weg, den 
ich falsch skizziert habe, es an die falsche 
Wand aufgehängt habe, schwarz auf weiß! 
Eher sollte es  weiß auf  blau,  das Symbol der 
warmen luft, der  frischen Düfte ohne Frage. 
Eine Fehlentscheidung? Die betrügerische 
Bestimmung?  Wer zieht den Beschluss? 
Letztlich komme ich nicht zum Schluss. 
Die Welt dient nicht mir, somit befinde ich ihr 
gegenüber keinen Genuss. 


Ayna - Tuğba Fidan

     Bugün altmış ikinci yaş günüm. Benim için gelen tebrik kartlarının hiçbirine yanıt vermedim. Tüm günümü televizyon karşısında izleyerek geçirdim. Bir şeyler atıştırmak için mutfağa doğru yöneldim. Her zamanki gibi dolap bomboştu. Dışarı çıkıp alışveriş yapmak içimden gelmedi. Bugün, iki blok ötedeki evde oturan, annesini küçüklüğünden beri tanıdığım postacı çocuğu da terslemiştim. O da zoraki getiriyordu zaten mektuplarımı. Sırf annesinin verdiği harçlıkla yetinmesin diye bu işi yapıyordu. İç sesim sürekli “İnsanlarla konuşmayı bırak. ” diyor. Onu da tersliyorum. Son bir haftadır kaç kişiyle konuştum acaba? Hatırlayamadım. Eminim ki birçok insanla… Mesela yan komşum Franz. O gecen sabah” günaydın “demişti bana. “Bugün nasılsınız S. Hanım? “Size ne Franz. İyi olmam sizi çok mu ilgilendiriyor? Rica ederim böyle yapmacıklıkları bırakalım.” demiş ve kapıyı onun duyabileceği şekilde kapatmıştım. Sanırım bir tek kadife kesenin içinde muhafaza ettiğim sedef kaplı aynayla konuşuyordum. Bir tek ona dert yanıyor, ona gülümsüyor sonra da nedenini bilmediğim bir şeyden dolayı karşısında ağlıyordum.

     Güzel bir Kasım sabahında, babam 7. yaş günüm için üzerinde “Nice yıllara kızım” yazan üç katlı pasta yapmıştı. Kendisi kasabanın en güzel pastalarını pişirirdi. Fırından çıkan keklerin kokusu dükkânın olduğu caddeyi boydan boya sarardı. Kimse de şikâyetçi değildi bu durumdan. O gün kardeşimle birlikte salonu süsledik. Oldum olası balon şişirmekten korkarım. Ufacık lastik parçaları beni nasıl bu kadar etkiliyor hala anlam veremiyorum. Bu yüzden balonları şişirme görevini kardeşim üstendi. Tam kırk balon şişirdi. Bir ara yüzü öyle kıpkırmızı oldu ki, balonla birlikte kendisi de patlayacak sandım. Annemin benim için diktiği pembe elbiseyle, çarşıdan aldığı dantelli çoraplarımı giydim. Dizimdeki yara hala geçmemişti. Doktor şeker hastalığı olan çocuklarda yaraların iyileşmesi epey vakit alır demişti. Ellerim yeniden uyuşmaya başladı. Sahi annem bugün iğnemi yapmayı unuttu. Akşamki doğum günü partim için çok heyecanlanıyordum. Saat ilerledikçe kapının zili de daha sık çalmaya başladı. Önce gelen misafirleri içeri buyur ediyor, ardından onlara annemin hazırladığı nane liköründen ikram ediyordum. Salonun bir köşesinde de irili ufaklı hediye paketleri çoğalmaya başlamıştı. Buna rağmen aklım babamın getireceği pastada olduğu için gelen hediyelerle pek ilgilenmiyordum. “Pastamın rengi pembe olsun baba! İçi de beyaz çikolatalı olsun.” diye sipariş vermiştim haftalar önce. Saat dokuzu çoktan geçmişti ama babam hala gelmemişti. Oysaki dükkân evden uzak da değildi. Pencerenin önünde babamı beklemeye koyuldum. Yeni ay vardı o gece gökyüzünde. Yıldızlarsa yanında sönük kalmak istemiyorcasına parlak ve kalabalıklardı. Her gece yatmadan önce yıldızları düşünürdüm. Yakından nasıllardı acaba? Odamın camından baktığımda babamın pastaları süslemek için kullandığı şekerlemelere benziyordu. Peki ya yakından? Ah bir çıksam gökyüzüne. Şekerlemelerle oynadığım gibi yıldızlarla da oynayabilir miydim acaba? Belki gökyüzü de kardeşimin odası gibi dağınıktır. Belki yukarda da burada olduğu gibi temizlik işi bana verilirdi ve ben de yıldızları süpürürdüm. O sırada duyduğum gürültüyle başımı yeryüzüne indirdim. Alevler vardı sokağın başındaki evde. Bay Hemor’ un evi değil miydi o? Sinagog çıkışında annemle pembe çiçekli elbisem için kumaş aldığımız manifaturacı Bay Hemor. Çıkan her patlama sesinin ardından alevler daha da büyüyordu. Hemen yangının olduğu yere koştuk. Sokakta bir sürü insan oradan oraya koşturup duruyorlardı. Önümdeki şapkalı bir adam arkadaşına anlatırken duydum ki Almanlar Yahudilere ait olan evleri ve dükkânları yağmalıyorlarmış. Yağmalamak kelimesinin anlamını ilk kez bu o gece öğrenmiştim. Her yeri yakıp yıkıyorlar,”defolun” diye bağırıyorlardı. Bay Hemor ve karısı Bayan Sara ise tüm bağırışlara inat evlerinin önündeki bankta oturmuş çaresizce ağlıyorlardı. Sanki gözyaşları kocaman alevleri söndürecekmiş gibi. Babam nerede acaba? Diye geçiriyorum içimden. Ya onun da başı dertte ise? Annem benle kardeşimi yanına alıp babamın yanına gittik. Annem yolboyunca elimi sımsıkı tuttu. O kadar ki bir an elim kopacak zannettim. Babamın dükkânının önünde geldiğimizde Bay Hemor’un evinin önünde yaşanan olayların benzeri vardı. Vitrinde duran şekerlemelerin hepsi cam parçalarıyla birlikte sokağa dağılmıştı. Annemin dükkân için diktiği perdeler alev alev yanıyordu. O perdeleri diktiği günü hatırlıyorum: Kumaşın parasını tamamlamak için komşumuza iki etek ve dört tane de gömlek dikmişti. Oysa şimdi yangını daha da alevlendiriyorlardı. Tüm esnaf yangını söndürmek için seferber oldular. Alevlerin karşısında ne kadar durduk bilmiyorum. Yangını söndürdükten sonra dükkânın içinden yanmış olanları çıkarmaya başladılar. Bir battaniyeye sarılı taşırlarken gördüm babamı. Kollarını kendini korumak ister gibi başına koymuştu. Annem babamı görür görmez büyük bir çığlık attı. Onu hiç böyle görmemiştim. O bağırdıkça ben sustum, ben sustukça o daha da büyük çığlıklar atmaya başladı. Babamın cansız bedenini dükkânın karşısındaki kaldırıma yatırdılar. Başından hiç ayrılmadım. Ne ağlayabiliyor ne de konuşabiliyordum. Hiçbir şey yapmadan öylece ona baktım. Yüzünün bir kısmı yanmıştı. Tıraş olduğu zamanlarda pamuk gibi olurdu yüzü. “Prenses hani benim öpücüğüm?” dediğinde pamuk yanaklarından öperdim. O pamuk yanaklar şimdi kömür karasına bürünmüştü. O sırada ceketinin cebinden bir şeyin sarktığını gördüm. Uzanıp elime aldığımda onun kadife bir kese olduğunu fark ettim. Kesenin içinden üzeri sedef taşıyla süslenmiş bir ayna çıktı. Aynaya baktığımda arkamda yanan evleri, çığlık atan anneleri, çocukları, bütün Yahudi dükkânlarını, evlerini yağmalayan Almanları gördüm. O ayna bana bütün gerçekleri tüm şeffaflığıyla yansıtıyordu. “Aynalar her zaman gerçekleri söylemez, doğru bildiğin yoldan caydırabilir, o yüzden aynalara pek güvenme prensesim.” demişti bana elini omzuma koyup.

     Annemle kardeşimi daha sonra “öteki olmak” suçundan tutukladılar. O günden sonra hiç görmedim onları. Bense herkesten her şeyden kaçtım. Girebildiğim her deliğe girdim. Birçok kez yakalandım. Fakat her seferinde kaçmayı başardım. Aynam hep bana doğru yolu gösterdi. Adeta üçüncü gözüm oldu benim. Yıllar geçtikçe aynam da benim gibi yaşlandı. Sırları döküldü. Üzerindeki taşlardan bir tanesi düşüp kayboldu.

     Geçen her yıl ikimizden de bir şeyler götürdü. Ve şimdi altmış ikinci yaş günümde sedefli aynamla birlikte kırmızı kadife kumaşla kaplanmış tekli koltukta televizyon izliyorum. Geçmişimi rokoko tarzı kıyafet dolabında saklıyor, her sene tam da bugün kadife kumaşlı koltuğuma seriyorum ve… Hay aksi! Yine telefon çalıyor. Neden fişini çekmedim ki şu aletin?


Sokak - Bugay Akyüz



Pişmanlıklarla yıllanmış kaldırımlar boyunca yürüyorum. Geri dönme sözüyle bir dostun alışıldık sıcaklığını arkamda bırakmış, ilerliyorum sarı gece lambalarının aydınlattığı yol kenarında. Bacaklarım edilgen ve kayıtsız devinimlerle yol alıyor, bense sarı ışıkları düşlüyorum. Dostumun sıcaklığının yavaşça bittiği yerden sarı ışıkların sıcaklığı başlıyor. Keyifle insanların yüzünü seyrediyor, hiç birinin yüzünde neşe ve sevgiden başkasını görmüyorum. Sarı ışıklar kendini başka yüzlerin sıcaklığına bırakıyor, geride bıraktığım her insanda neşe ve sarılık birbirinin yerini alıyor. Bilincimden içeri süzülen bu sıcaklık, bana hayatı ve dünyayı soğukluklardan arınmış imgelerle gösteriyor. Öylesine duyumsuyorum ki bu sıcaklığı, sanki sonsuz bir ısı yayılıyor dışarıda ve ben onları toplamak, dağılmalarını önlemek için çıkmışım sokağa.


Sıcak bir şey içmek için yolun karşısına geçiyorum. Saat geç olmaya başlamış ve etraftaki insanlar evlerine dönüyor. Sıcaklık sanki yavaşça dağılıyor, varlığından kıvanç duyduğum bu ısının bir an için elimde tuttuğum karton bardakta toplandığını hissetmeye başlıyorum. İçtikçe ısı bana geri dönüyor ve vücudum bu sıcaklığa alışıyor, sonra içtiğim her yudumda kendini yeniden fark ettiriyor. Bardak boşaldıkça içimi sebebini anlayamadığım bir huzursuzluk kaplamaya başlıyor. Karşı sokaktaki müzik aniden kesildiğinde, dışarı çıkarken kazağımı giymemiş olduğumu fark ediyorum. Bunu düşündüğüm anda sıcaklığa dair içimde ne varsa hepsi yok olup gidiyor. Beyaza dönüşüyor gecenin karanlığında sarı ışıklar. Bu anidenlik beni bir pişmanlıkla baş başa bırakıyor ve usulca geldiğim yoldan geri yürümeye başlıyorum.  


Die Neugier - Abbas Köksal



 Langsam und aufrecht gehe ich dem
 weg nach. Ich habe alles
 zurückgelassen bis auf meine Neugier.
 Dieser Weg führt mich in den Wald,
 klopfe an die Tür und trete mit Angst
 in den großen, schwarzen, finsteren
 Wald hinein. Ein paar Schritte,
 nachdem ich hinein gegangen
 bin stand ein großer Mann mit langen
 Haaren und einem Vollbart bis zur
 Brust vor mir. „Er sieht ja alt aus“
 dachte ich mir ,als ich ihn von Kopf
 bis Fuß durchschaut hatte. Ich
 näherte mich an ihn heran, ich war
 neugierig wer dieser Mann war, dem
 ich begegnete. ich stand genau vor
 ihm, er beugte sich und fragte mich:
 “Junger Mann was führt denn dich in
 den Wald, bist du nicht zu jung für
 diesen schwarzen grauenvollen
 Wald?“. Ich antwortete ihm:
 “meine Neugier  brachte mich zur
 dieser Tür. Ich klopfte an die Tür und
 tritt hinein. 
 Ich bin seit tausend Jahren in
 diesem Wald, den Weg nach draußen
 konnte ich nicht finden. Etwas zum
 Essen fand ich wenig. Hast du was
 zum Essen bei dir“?. “Nein, nur meine
 Neugier habe ich mitgebracht.
 Der Mann sagte mit einem traurigen
 Gesicht:“ Hier im Wald habe ich Vieles
 gelernt doch die Neugier nach
 draußen zu gelangen wurde von mir
 weggenommen“.